14 Ekim 2010 Perşembe

DOKUZ NUMARALI ODA -2-


Örümcek dertop oldu, ne köşesinden çıkıyor ne de konuşuyor benimle. Kızıyor görünsem de, en olmadık anda hatta ağladığım zamanlarda, gökten saldığı görünmez ipek ipiyle baş ucuma kadar gelişini, dırdırını Cevdet’e küfür etmesini meğersem çok seviyormuşum ben.

Sessizce,sık sık köşesine gidip bakıyorum, dokuz tane kabartı var sırtında ve sanki her gün daha da büyüyor tomurcuklar. Örümceğim ise gevşek ama bir o kadar da karışık bir yün topağı gibi görünen bacakları ve sırtındaki dokuz kabartısı ile hareketsiz.

Dokuz gündür hiç sesim çıkmıyor her sabah ve akşam dokuz kere güneş doğdu ve battı penceremden, dokuz kere vadem gelsin diye dua ettim.

Ben bunları düşünürken, bakın yine gün doğuyor ilk ışıkları kaçıracağım, kaçırmamalıyım dua etmeliyim. Babaannem derdi ‘’ Allah katında seher vakti yapılan dualar çok kıymetlidir, mutlaka dua et kızım’’. Kış sabahları okula hazırlanırken karanlıkta kalkardım. Babaannem, uzun, yaşlı, titrek parmaklarıyla saçlarımı örerken hep bir şeyler anlatırdı. Bir de ‘’Sağ ayağınla bismillahla çık evden’’derdi bana. Öyle de yapardım zaten. Ne zaman bıraktım acaba ben sağ ayakla çıkmayı ? Sanırım bismillahları çocukluğumda umuttum ben.

Annem mi? O hiç dokunmadı saçlarıma o hiç sevmedi beni. Çocuk yüreğimle ne çok isterdim saçlarıma dokumasını bir ümidim vardı zannederdim ki ipek saçlarımın yumuşaklığı parmak uçlarında birer sızı oluşturacak, oradan yol yol kalbine akacak ve sevgiye dönüşecek ama olmadı. Hiç dokunmadı saçlarıma hiç sevmedi beni.

Babaannemin gidişi ile düşünmeden bismillahsız fırladım evden, hep sevileyim istedim, sevsinler saçlarımı okşasınlar. Sevdiler de beni ama bir gecelikti sevişleri, çoğu saçlarımı görmedi bakmadı bile annem gibi. Çok şey hatırlayamıyorum, dokuz gündür elektro şokun beynimdeki dansı beni suskunlaştırsa da artık örümcek benimle konuşmuyorsa da bir sis perdesi var. Buraya nasıl geldim? Bölük pörçük anılar, çocukluğum bir de Cevdet kalmış aklımda.

Ah Cevdet sen de sevmedin beni. Ben seni sevdim mi bilmiyorum. Hep sevilmek istediğimden sevmelere vaktim olmadı hiç öğrenemedim. Sadece yanımdan giderken ceketini alıp hadi ‘’eyvallah’’ derdin ya en çok ona üzülürdüm. Arkandan baktığımı bile bile bir kere dönüp yüzüme bakmadan çıkardın. Ya sen yokuşu inene kadar ve gözden kaybolana kadar camdan seni izlediğimi biliyor muydun acaba?

Babaannem, ben yokuşu inene kadar bana camdan el sallardın. Belki on kere döner döner el sallar öpücük gönderirdim sana ta ki sen yok, ben yok olana kadar gülerdik birbirimize.

Cevdet baktığımı bilseydin bir kere dönüp bakar mıydın acaba? Yok bakmazdın biliyorum, sadece ''eyvallah'' deyip çıkan adamlar arkasından bakan kadına dönüp gülümsemezler.

Biliyor musunuz ? İlk gün saçlarımı da kesmişler bu gün fark ettim. Bundan dolayı üşümüşüm buralarda hep. Kendimi değil ama saçlarımı hep sevdim ben. Gün gelir omuzlarımda dost bir el, gün gelir üşüyen sırtıma ana örgüsü şal olurlardı.

Gün doğdu, yakındır hemşire hanımlar dokuz numaralı odaya gelirler. Elektro şok beni bekliyor, beni, havalı Alev’i, aslında adım benim Alev değil biliyor musunuz ?

1 Eylül 2010 Çarşamba

DOKUZ NUMARALI ODA -1-



Yıllar var ki kimse görmüyor beni; yıllar var ki ölemiyorum . Bedenim kayıp ruhum hala odada. Dokuz numaralı oda burası civelek Alev’in odası. Vaaden dolmadı diyorlar bana vaade ne ki? Bedenim yoksa eğer, vadesiz hesaplar tutmalı zaman. Ölmeli insan
Ne zaman başladım ben bitmeye? Hatırlamıyorum ……


‘’O oğlan var ya, o deli oğlan bitirdi seni’’ diyor tavandan sarkan örümcek. Uzun zamandır böceklerle konuşuyorum. Onlardan başka kimse duymuyor görmüyor beni .


Deli oğlanın adı Cevdet, sevdim mi onu bilmiyorum ama her gelişinde sadece bedenimi değil yüreğimi de açtım ona. Bazen geceler boyu saçını okşadım , ‘’Sadece senin kucağında ağlayabiliyorum’’ derdi . Ağlama hakkını ona verdiğim için onun yanında ben hep güldüm, hep saçını okşadım, sözcüklerimle besledim. Hiç sormadı bana senin derdin var mı diye? Neden sorsun ? Burası dokuz numaralı oda ……


Böyle odalara kalkanlarını bırakarak en zayıf halleri ile girer erkekler, kucaklarda ağlar güçlenir öyle dönerle hayata. Benim ise duygularımdan süzülür sütüm, bereketim taşar, kelimelere dönüşür ve kelimelerle doyar insan.


Deli bir kahkaha attı köşedeki örümcek. ‘’Duygularından süzülen sütünmüş . Sen bedeninle besledin onları, bak yoksun artık yok, hele o Cevdet yok mu? Emzirmedin sen onu , o kanını emdi, kanın bitti, etini kemirdi.


Deli örümceğin söylediklerini ne zamandır umursamıyorum, zaten yokum ben, ne derse desin.
Saat dokuza geliyor, burada herşey dokuz. Servisin dokuz hemşiresi '' Dokuz numaralı koğuştaki hastayı elektro şoka hazırladınız mı ? ''diye konuşuyorlar. Sinirleniyorum ben hasta değilim Alev'im ben, civelek Alev burası koğuş değil oda, civeleğin odası. Elketro şoku da kıçınıza yapın belki küçülürler.


Birden ''sus'' geliyor oturuyor dudaklarıma susuyorum .''Hemşireler de görmeyecek ki seni niye kızıyorsun '' diye sakinleştiriyor sus beni.
Yıllar var ki yokum ben, yıllar var ki ölemiyorum. Vaadesiz hesaplar zamanında vadem gelmemiş bekliyorum.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

MEZARIMDA SÜT KOKUSU


Her gün onlarca insan doğuruyorum

Ergin insanlar kadınlar erkekler

Onlarca göğsüm var

Kan emici sülükler gibiler

Sınırsız iştahları

Duygularımdan süzülen sütüm

Taştıkça bereketim

Kelimelere dönüşüyorlarOrtala

Kelimelerle doyan insan

Ruhumdan süt damlıyor

Kybelenin tapınağına

Ruhumu kurban etmişim

Mezarımdan süt kokusu

12 Ağustos 2010 Perşembe

YAZLIK ZİYARETİ


Her sene yaptığım gibi üç katlı küçük yazlık evimizin kapısına varınca önce bahçeyi inceledim, sonra babamın elleri ile minik bir fidan olarak diktiği, şimdi üst katın terasına kadar uzanan kokulu Karadeniz üzümünü.

Döşenmiş her taşta, çerçevesinde, kapısında, akan musluğunda, babamın alın terini, kol gücünü barındıran bu yazlık ev, bizim için adeta hatırları ile yaşayan, yarı kutsal mekana dönüşmüştü.

Artık üstü tamamen asma dalları ile kaplanmış terasa çıkmadan önce tüm odaları hızla teker teker dolaşırken yılar sonra onunla büyük odada karşılaştım, irkildim.

- ‘’Hoş geldin kızım’’ dedi.

- Baba ? diyebildim kısık sesle.

-‘’Ne salak kadınsın sen ölüler konuşamaz. Sen nasıl bu dünyada hapissen, onlar da kendi alemlerine hapsolmuşlardı. Öğrenemedin mi hala ? dedi.

Sinirlenmiştim hışımla ‘’O zaman kasketler de konuşamaz’’ dedim.

Küstahça kahkaha attı.’’Benim konuştuğumu da nereden çıkarıyorsun’’ dedi.

Hışımla odadan çıktım. Terasta arkamı, alçak zeytin ağaçları ile kaplı tepelere dönerek, mor üzüm salkımları arasında, denizi seyre daldım. Uzaktan pek bir düşünceli halim varmış gibi görünse de aslında hiçbir şey düşünmeden bir süre sadece öylesine ayakta durdum.

Tüm akşam hiç o tarafa doğru bakmadım, onu yok farz ettim. Konuşmalara katıldım, sohbetleri dinledim en azından dinliyor gibi göründüm.

O ise tüm gece susmadı, sürekli geçmiş zaman hikayelerini anlattı durdu, çünkü onu dinlediğimi çok iyi biliyordu.

20 Temmuz 2010 Salı

BİLMİYORUM BİLMİYORUM


Cumartesi günü bir cenazedeydim. Büyük teyzemiz vefat etti ananemin kız kardeşi nicedir hastaydı zaten. Nur içinde yatsın.

Camii dönüşü enişteyi yani eşini bana emanet ettiler. Doksanına dayanmış eniştenin yüksek tansiyonu, şekeri, kalp yetmezliği vardı. Kızı mezarlıktan dönene kadar bana emanetti. Doksanına dayanmış çınarın koluna girdim.Tek tek ,tok sesiyle, düzgün cümlelerle anlatmaya başladı.Ne de olmasa yılların Türkçe öğretmeniydi.

Dik durmaya çalışıyordu kızarmış gözlerinde derin bir hüzün vardı.’’Kızım’’ diye başladı.

-‘’O kadar derin bir boşluk oldu ki, bir kum çuvalı da olsa razıyım olsa da yerini doldursa. Bir babamı kaybettiğim zaman böyle olmuştum bir de şimdi böyle oldum. Önümü göremiyorum kızım, ne yapacağımı bilemiyorum. Babam öldüğünde koca adamdım nerdeyse boyumca çocuklarım vardı da kolum kanadım kırılmıştı. Hiç bir şey yapamaz olmuşum.’’

Sonra bana döndü yüzüme baktı.

-’’Ah sana mı anlatıyorum babamın ölümünü? Sen benden iyi bilirsin benden daha genç yaşta kaybettin babanı. Baş sağlığına geldiğimde bana demiştin ki’’Lanet olsun benim doktorluğuma, lanet olsun, benim babam ölmüş, haberim olmamış.’’

-‘’Demişimdir enişte demişimdir kim bilir daha neler dedim.’’

O zamanlar dışarıdan ne kadar az şey dedim aslında. Sustuğum o haftalarda, aylarda ne çok konuştum içimden. Ölümü anlamak, kabullenmek için ne çok tartıştım, boş boş şeylere anlamlar yüklemeye çalıştım.

Enişteye baktım ikimizin de gözlerinden yaş süzülüyordu…..

Niye ağlıyordum? Ölüme mi? İnceden titreyen yüz yıllık çınarın hüznüne mi? Doksanına da gelse insanın acısının dinmeyeceğine mi?

Bu gaybana dünyaya mı?

Bilmiyorum …bilmiyorum

7 Temmuz 2010 Çarşamba

AÇ KAPINI KALABALIK GELİYORUZ SEVDİCEĞİM


Ürkekçe uzattığım elimi
Elinin tersiyle itiyorsun ya
Görmek ister misin tersimi ?
Şeytan diyor ki;
Geçmişini ecdadını
Topla mehteran takımını
Dayan kapısına
Patlat Osmanlı tokadını

24 Haziran 2010 Perşembe

OMZUMDA KEPEK MİSİN SEN ŞİMDİ


Düştün sevdiceğim gözümden
Ne ani paldır küldür oldu düşüşün
Ne de bir damla yaş gibi
Birikmedin göz pınarımda
Süzülmedin yanağımdan
Damlamadın göğsüme
Omuzlara düşen kepek gibi
Yemekte damlayan çorba gibi
Sıradandı düşüşün
Memnun musun yeni yerinden
Unutma ki düştüğün yer gözlerimden

TAKILIP KALMIŞSIN ATIK SU BORUSUNA


Hayatımın bir yerinde takılıp kalmışsın
Gönderdim sanıyordum
Yağmur sonrası oradasın
Bir şarkı dinliyorum yine geldin
Güneş battı düşüme düştün
Belli ki takılıp kalmışsın
Tüm günümü sana ayırdım
Seninle en baştan başladım
Sonuna kadar gittim
Buldum seni atık su borusunda
Sıhhi tesisatçı ne yapsın
Problem fosseptik çukurunda

19 Haziran 2010 Cumartesi

AYNALI SANDIK



Benden başka hiç kimse görmüyor, yedi yıldır her gece hele bir de dolunay varsa daha çok kanıyor oluk oluk kan sızıyor ahşabın köşelerinden….

Kokulu dut ağacından yapmışlar onu, en azından öyle söyledi ustanın yanındaki adam bana. Mısır çarşının yanında eski bir hanın çatı arasında yapıyordu usta bu sandıkları. Kulaktan kulağa yayılmıştı mahareti, en sonunda bana kadar ulaştı maharet. Tek başına gitmeye korkmuş arkadaş yanıma alıp öyle gitmiştim. Sora sora bulduk sandık ustasını. Çatı aralığında pis, yarı karanlık bir odada zamanı durdurabilmiş asık suratlı konuşmayan bir sandık ustasıyla karşılaştık. Hiç konuşmadı, yanındaki adam konuştu bizimle pazarlık yaptı. Bu son ustaymış eğer o da ölürse artık aynalı sandık yapan kalmayacakmış. Biz konuşurken usta yokmuşuz gibi ağaçları kesti minik plakaları dövdü küçük aynalar yerleştirdi plakaların içine. Aynalı sandıklar boy boy dizilmişti han odasında.

Tanımlanamayan bir koku vardı içerde. Kötü bir koku değildi aslında, genzi yakan baharatlı, tatlı bir ahşap kokusu. Dut ağacı demişti adam ama değildi dut ağacı, hiçbir ahşap bu kadar yoğun ve keskin kokmaz. Uzun zaman oldu hala sandığı açtığım zaman o han odası gibi kokar, geceleri de kanar oluk oluk kan akar aynalı sandığımdan.

Yaklaştıkça kendiliğinden yol verdi kalabalık bana ‘’babasıymış’’ diye fısıldadılar.’’ Babam’’ diye inledim.

Musa’nın asası nasıl kızıldenizi yardıysa adımlarım da kalabalığı öyle yarıyordu, saygıyla kenara çekiliyor yer veriyorlardı. Acıma duygusu mu? Acıya saygı mı? Çaresizlik mi? Bilmiyorum…..
Ben yaklaştıkça herkes sus pus olmuş saygıyla yer açmışlardı. Ne kimse artık ağlıyor ne dua ediyor ne de ‘’ne iyi adamdı rahmetli ‘’ gibi yorum yapıyordu. İlk duyduğum ‘’babasıymış’’ oldu sonra herkes sustu. Ağaçlar sustu kuşlar sustu dünya sustu ben sustum.

Çukur …kefen….toprak….

Babalar gününde insan babasını gömer mi be ? Ha gömer mi hiç? Hiç mi acımadın bana ?

Şimdi bir ömür bekler o paket sahibini…..

Yedi yıldır bir poşet, poşetin içinde paket, paketin içinde gömlek sahibini bekler.

Yedi yıldır kanar o sandık gömlekten kanar yürekten kanar…….

10 Haziran 2010 Perşembe

ACAYİPSİN DEDİLER


Orhan Veli’yi sevdim
Ona garipçiler demişler
Hayata farklı bakayım dedim
Acayipsin dediler
Şiirler yazıyorum yaşama dair
Bir boka benzemiyor
Belki yeni bir akım buldum
Adını kimse bilmiyor
Orhan Veli’ye garipçiler demişler
Olsun, bana da acayipçi desinler

9 Haziran 2010 Çarşamba

TIP TIP TIP DAMLALAR


Sızlıyor… sızıyor…..
Bir yerlerden bir şeyler damlıyor
Damladıkça canım yanıyor
Tıp tıp tıp büyüyen damlalar
Tıp tıp tıp kandan damlalar
Tıp tıp tıp kabusum onlar

Madem yürek sancısına tabip bulamaz çare
Yüz sürdüm dellendim vardım kapısına
Yalvardım durdum sabaha kadar
Gariban sıhhi su tesisatçısına

6 Haziran 2010 Pazar

YÜREĞİMİ LOSTRA SALONUNA BIRAKTIM SEVDİCEĞİM


Kaç ayakkabı eskitir bir insan ömrü boyunca?
Kaç yıl dayanır en pahalı deri?
Sökülmez mi dikişleri ?
Dökülen dişler gibi
Çatlamaz mı derisi ?
Kırılan bir kalp gibi
Boşuna demedim
İnsan yüreği eşek derisi
Ne acılara dayanır da gıkı çıkmaz
Vur üstüne semeri vur üstüne semeri
Geçerken uğradım diyemeyeceğim
Bir bildiğim var elbet sevdiceğim
Düşündüm taşındım da öyle gittim
Yüreğimi lostra salonuna teslim ettim

3 Haziran 2010 Perşembe




KARGO ŞİRKETLERİ


köpüklere sarmış
koca kutulara koymuşuz yüreğimizi
''Dikkat kırılır''yazıyor koca harflerle
Benim adresim Mersine seninki tersine
Farklı kargo şirketlerinin
raflarında duran paketler gibiyiz
Boşuna uğraşmayalım koli bandıyla
Biz biraraya gelemeyiz

24 Mayıs 2010 Pazartesi

VEFALI DOST İSTANBUL


Bu şehirde şu koskoca şehirde
Bir ben varım bir de İstanbul
Yürürüm sokaklarında
Ellerim cebimde....
Ellerim yüreğimde...
Şu koskoca şehirde
Ara beni! ara da bul
Bir ben avareyim
Bir de eski dostum İstanbul
Ah sırdaşım ah sevdiğim
Seyrettiğim denizin olmazsa
Nefes alabilir miydim?
Savurmazsa rüzgarın saçlarımı
Yaşıyorum diyebilir miydim?
Kayboluyorsam sokaklarında
Kendi düşlerimin peşinde
Sensiz kendimi bulabilir miydim?
Bir ben yalnızım bu şehirde
Bir ben garip bir kul
Neredesin eski dost?
Vefalı dost İstanbul

Mart 2008

9 Mayıs 2010 Pazar

GÜLHANENİN PAPAĞANLARI

Bazı öğlen araları alır başımı giderim bakın şimdi de iç orkestram Zülfü’den ‘’Gün olur alır başımı giderim’’ şarkısının çalmaya başladı.

Son zamanlarda iç sesime bir de iç orkestram eklendi hadi hayırlısı bakalım.


Evet bazı öğlenler alır başımı giderim. Gülhane parkına giderim. Belki de siz en son okul ile gittiniz ya da bir tatil günü gidip bir daha gitmemeye yemin etiniz. Benim öğlen arası gitme gibi bir şansım var. Hafta içi saat 12-13 arası tenha olur sessiz olur çok ama çok keyifli olur.

Yüzyıllık çınar ağaçlarının gölgeleri altında hızlı hızlı set üsütü çay bahçesine kadar yürürüm. Bir çay söylerim, minik demlikle gelir, muhteşem boğaz manzarasına karşı tostumu yerken, sevgilimle İstanbul’umla hasret gideririm. Sessizdir her yer, tenhadır kendimi ve doğayı dinleme fırsatı bulurum.


Böyle bir günde sessizliği dinlerken gidiş yolunda farklı bir cinse ait kuş sesleri duydum. Daha cırtlak daha yüksek perdeden. Kaynağı görmek için başımı kaldırdım iyice kaldırdım o çınarlar ne kadar ulu ağaçlarmış öyle başım döndü.( İçim ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında şarkısı çalmaya başladı ama Gülhane parkında ceviz ağacı yok ) Tüm gökyüzü dallarla kaplıydı bahar ayında olduğumuzdan yapraklar henüz dalları doldurmamış manzarayı kapamamışlardı. Ağaç gövdesinden ayrılarak dallanan, dallandıkça çoğalan, çoğaldıkça incelen, gökyüzüne doğru yükselen damarlar gibiydiler.


Nihayet sesin kaynağını bulmuştum, yeşil papağandı bunlar evet evet yeşil papağanlar. Çok şaşırmıştım İstanbul’da özgür papağanlar daldan dala uçan, ağaç kovuklarına sığınan ve cırtlak sesleri ile öten papağanlar. Hayranlıkla şaşkınlıkla izliyordum onları. O gün İstanbul’umu gemilerini Sarayburnu’nu izlerken bir öykü yazdım Gülhane’in papağanlarına. Ya da Mahmut'un hikayesi siz bilirsiniz.



KAVRUK MAHMUT


Papağanlar, Sarayburnu yakın olduğundan Afrika'dan gelen bir konteyner gemisinde yakalanıyor depoya gönderiliyorlar. Bir gece bekçisi var adı Mahmut 20 yaşında kavruk bir delikanlı. Annesiz babasız büyümüş el kapılarında horlanmanın dozu artınca İstanbul'a gelmiş. Asgari ücretle hem gece bekçiliği yapıyor hem de depoda yaşıyor. Eğer el konulan mallar hayvanlar ise bir o ilgileniyor onlarla besliyor konuşuyor. Yalnızlığın açlığın köleliğin ne demek olduğunu en iyi o biliyor. Yeşil papağanları ömründe ilk defa orada görüyor çok seviyor bu kuşları ama küçük kafeste yaşayamayacaklarını anlıyor birkaç gün sonra. İyi beslediği halde kuşlar ölmeye başlıyor. Dayanamıyor bir gece kafesin üzerinde ki mührü kırıyor. Ellerine aldığı kuşları teker teker gülhaneye doğru salıyor. Üç beş eşyası var Mahmut'un. Boş bir çuvalda topluyor eşyalarını. Dışarı çıktığında soğuk rüzgar yüzünü yalıyor hiç üşümüyor. Mahmut ilk defa hiç bilmediği bir duygu ile tanışıyor. Kendisi ile gurur duymayı öğreniyor, kavruk, kimsesiz Mahmut.

25 Nisan 2010 Pazar

KIŞ AKŞAMINDA DELİ BİR SİNEK





Aralık ayının son haftası, fırtınalı bir akşam, hava iyice soğumuş. Arkamda yumuşağından bir yastık üzerimde battaniye elimde kitap en keyifli anlarım ……

Soğuk havaları sevmemin bir sebebi de, acaba ben üşümüyorum, ohh ne güzel battaniyenin altındayım duygusu mu? Bu kadar mı bencilce? Nedeni bu olmamalı, bu kadar kötü insan değilim ben. Belki de elindekilerin değerini bilmektir sadece ya da köklerim çağırıyordur. Dağ köyünde doğmuşum, yağmurun, sisin, pusun hiç eksik olmadığı, hemen hemen her gün sobanın yandığı, eskiden yayla diye çıkılan, yazları bile zirveleri karlı dağlarla çevrili çok yükseklerde bir köy. O köyde doğmuş, Almanya’nın kuzeyinde büyümüşüm. Çocukluğum sert iklimlerde geçmiş, ben nasıl çocukluğumu sevdiysem, soğuk havaları da sevmişim.

Anlattığım üzere, Aralık akşamında, böyle bir havada karşılaştık onunla. Pek de keyifli bir karşılaşma sayılmaz, bir kere mevsimi uygun değil, hiç beklenmedik anda çıktı karşıma, doğru tepkiyi bile veremedim. Başlarda, biraz önce kabarttığım yastıktan fırlamış bir tüy parçası zannettim tanıyamadım. Bilirsiniz, siz o cisme doğrudan bakmıyorsanız ama yine de görüş alanındaysa, çok net değildir görüntü. Elimde tuttuğum kitabın etrafında irice bir toz, küçük bir tüy parçası uçuşuyor sandım hiç oralı olmadım. İkinci seferde, o toz parçası yüzüme doğru uçtu, uçmakla da kalmadı, o insanın sinirini zıplatan, en derin uykulardan bile kan çanağı gözlerle uyandıran sesi de duydum. Bir sivrisinek vızıltısı….


Dışarıda fırtına pencereleri, kapıları dövüyordu, zaman zaman şimşekler karanlığı yarıyor, ortalık bir anda aydınlanıyor, sonra şehir tekrar karanlığa bürünüyordu. Bu kısa suskunluk anı, yeri yerinden oynatan gök gürültüsü bozuyordu, ardından bulutlar bırakıyordu yükünü. Bir süre sonra hiçbir şeyin sırası kalmamıştı. Yağmur şiddetlenmiş, rüzgar, şimşek, gök gürültüsü, hepsi aynı anda bu koca yorgun şehre saldırıyordu.

Bu kış tablosunun tam ortasında bir sivrisinek vardı, bir sivrisinek ki yapışkan, sıcak, soluması bile güç olan havaların olduğu, belki bir Ağustos akşamından kalma bir sivrisinek.
Çöl ortasındaydım ve kutup ayısının kısmetiydi, karşıma çıkan ‘’Allah Allah diye söylendim yaz mevsimini bile sevmem ki sivrisineğine katlanayım. Bir de gelmiş bu kış keyfimi battaniye, kitap, huzurumu bozuyor’’

Yıllardır izlediğim, ne işe yaradığını anlamasam da zaman zaman en olmadık yerlerde, ortaya çıkan belgesel bilgileri dökülüverdi birden. Fonda İngilizce bir ses, ön planda Türkçe anlatıcının sesi görüntülerde çeşitli boyda sinekler …

‘’Kışı geçirmeyi başaran az sayıda sinekler genellikle ahır, evlerin kuytu köşeleri gibi sıcak ve gözden uzak köşeleri seçerler.Bahar ile beraber yeniden canlanan bu az sayıda sinek yeni bir yılda çiftleşerek, genetik mirasını yeni kuşaklara aktarırlar falan filan…..’’

Yani bu karakışta, bu sinek bir şekilde veya sonbahardan kalma bir günde evime sızmıştı. Kuytu bir köşede kışın geçmesini bekleyecek havaların ısınmasıyla tekrar dünyaya dönecekti öyle mi?

Nefret ederim sineklerden, sivrisineğin sesinden, karasineğin kendisinden, midemi bulandırırlar. Hele bir de çiftleşiyorlarsa ‘’Ha derim, az ya sayınız üreyin bakalım üreyin’’ Gazeteyi kıvırdığım gibi tepelerine indiririm, ölmezlerse bile işleri yarım kalır. 100-200 larva, onlardan da, 40-60 sinek eksik gelmiş olur dünyaya.

İşte evimdeki bu sivrisinek, evin kuytu köşesinde yarı kış uykusunda baharı beklemeliydi ama onun canı sıkılmış olsa gerek, vızır vızır etrafımda dolanıyordu. Doğaya aykırıydı bu. Farklı bir sinek.Yüz binlerce yıldır insanlar doğuyor, ölüyor, böyle düşündüğüm zamanlarda kendimi bir karınca kadar küçük ve sıradan hissederim.Yüz binlerce yıldır da, sineklerin bazıları saklanıyor, kışı atlatıyor ve neslini devam ettiriyor. Sıradanlık rutinlik.....




Bu sineği sevmiştim, sıra dışıydı, köşesinde saklanmak yerine korkusuzca yüzüme yüzüme uçuyordu. Aslında, sessizce bir köşede metabolizmasını yavaşlatarak, kış uykusuna yatmalıydı.
Onun yerine;

-’’ Ulan uyku tutmadı be, koca kış uyu uyu nereye kadar, görecek rüya da kalmaz, çok da sıkıldım dolansam mı biraz? Ha ha orada bir insan var, gidip sataşayım sinir edeyim ‘’Allah allah nereden çıktı kış mevsiminde bu sinek’’ desin, sonra belki ilham kaynağı olurum, oturur beni yazar. Yazmasa da yazmasın eğlence olur en azından. Bizi yakalamak için salak salak hareketler yapıyorlar ya çok eğleniyorum ben. Aslında dikkatli olmalıyım, seneye devretmesinden sorumlu olduğum genler var ama, amaaan anasını satayım bana mı güveniyor koca dünya. Üremicem ulan, koca kış uyu sonra bir dişi bulabilirsen eğer 1-2 saniye bir şey yap, o kadar sürede ne yaptığımızı da anlamıyoz zaten. Sonra, geber, öl. Ne oldu, genlerini yumurtalara geçirdim. Geçirdim de ne oldu? Bir faydasını mı gördüm? Bir Mürvetlerini mi gördüm? Yumurtalardan biri gelip elimi mi öptü? Yok öyle bişi tabii, çiftleş ondan sonra işin bitti öl. Gebermediysen eğer, o zaman ulvi bir görevin var. Kuytu bir yerde, böcek gibi koca bir kış uyu saklan. Bahar gelir gelmez dişi bul, 1-2 saniye sonra öl. Hayat mı bu ya? Yok lan ben gitcem şu karıya sataşacam, hehe, almış battaniyeyi keyif yapacam sanıyor. Bakalım kulağına vızıldadığım zaman elini nasıl sallayacak? ''

Sanırım benim sivri sinek böyle şeyler düşünerek saklandığı yerden çıkmıştı.
Bu koca şehirde sıradan hayatlar arasında sıra dışıydı. Onu çok sevmiştim, deli bir yanı vardi. Biraz da kendime benzetmiştim. Bir sinek bana bu kadar yazı yazdırdığına göre pek de akıllı sayılmazdım.

Evim sana feda olsun be sinek, hiç çekinme kışı geçir baharda da beline kuvvet.

19 Nisan 2010 Pazartesi

AŞKI BİLEN Mİ YAŞAR YAŞAYAN MI BİLİR






Otuz yaşıma bir otel odasında giriyorum diye düşündü İpek. Aynada ki aksine baktı orta boylu kumral hafif etine dolgun güzel sayılan bir kadın vardı karşında yalnız bir şeyler eksikti. Güzel olmasına güzeldi ama etrafına ben güzelim mesajını vermedikçe kimse fark edemiyordu onu. Saçlar tepeden topuz yapılmış bir çift ela göz, gözlüklerin arkasına saklanmıştı.
Beş yıl önce 25 yaşında genç bir kız olarak TÜBİTAK bursuyla Amerika’ya gelişini hatırladı. Ne kadar mutlu olduğunu, artık başka hiçbir şey istemem herhalde diye düşündüğünü. Nöropsikiyatri dalında ki araştırmaları ilgi çekmiş doktoraya Yale üniversitesinde başlamıştı. Doktora tezi ‘’Aşkın Bilimi ‘’ büyük ses getirmesiyle birçok üniversiteden bu konuda seminer vermesi için davetiyeler alıyordu.
İlk defa başarısı bu akşam onu mutlu edemedi hüzünlüydü farklıydı bu akşam.’’Öf’’ diye söylendi içinden.Dünyanın en güzel yemeklerinin tarif etmek ama hiç yemek yememek benimkisi. Otuz diye tekrarladı içinden otuuuz, öküz der gibi. Yirmili yaşları bırakmıştı. Yirmide ki ‘’i ‘’ harflerini düşündü nasıl ince ve kibarlardı kulağa ne hoş gelirdi yirmili yaşları söylemek.’’Şimdi birden; OTUUUZZZ, çok kaba.’’ Diye düşündü, düşündükleri onu gülümsetti.
Yaptığı onca araştırma ve incelemeyi eline aldı. Tekrar gülümsedi ama şeytani bir gülümseme oturmuştu yüzüne. Yarın sadece yemek tarifi vermeyeceğim, yemek de yapacağım dedi kendi kendine.
Notlarını gözden geçirdi erkeklerin neler ilgisini çekiyordu?
Uzun saçlar evet uzun saçlar sağlık demekti, aslında erkekler üreme içgüdüsü ile karşı cinste sağlam gen ararlardı. Sağlam gen ve doğurganlık mesajı veren her şey sexi ve çekiciydi. Birden düşündüklerinden utandı, sonra vazgeçti. Her canlı üreme aşk içgüdüsü ile donatılmamış mıydı? Bilim kadını olması buna niye engel olacaktı ki? Daha iyisini bile yapabilirdi. Notlarına geri döndü, iri göğüsler anaç ve muhtemel yavruları iyi besler mesajı verdiğinden çekicidir.’’Yarın bir cup büyük gösteren sütyen alırsan bu iş tamamdır’’ diye düşündü. Düzgün bacaklar yuvarlak kalça; sağlam kemik yapısı muhtemel rahat doğum, doğumda bebeğin zarar görmemesi.’’Amaaan çok da farkındalar ya şu erkek milleti neyi niçin beğendiğini. Ben biliyorum ya’’ diye düşündü. En kısa eteğini seçti o da diz üstüydü zaten. Beline kalın kemeri sıkıca oturttu. Evet vücut hatları ortaya çıkınca kendini daha iyi hissetti. Yarın alacağım yeni sütyen ile gömleğin yakasını da biraz açtım mı şahane olacak. Pürüzsüz cilt iyi seviyede kadınlık hormonu demek olduğundan pahalı fondotenini hazırladı. İri gözler, güzellik kriteriydi iri göz gençlik sağlık demek. Gençlik de uzun süren doğurganlık süreci ifade ettiğinden çekici. (çocukların gözleri yüzlerine göre büyük olduğundan) yarın ki sunum için profesyonel makyaj yaptırmaya karar verdi. Çekici yüzü teoride çok iyi biliyordu, pratiği de iyi bir kuaför hallederdi herhalde.

Ertesi sabah çok erken kalkmadı. Sunum öğleden sonra olduğu için vakti vardı. Sağlıklı görünüm dinlenmiş bir yüz ile gerçekleşeceğinden bir saat fazla uyudu. Şehrin en iyi mağazalarından alışveriş yapıp en iyi kuaförüne gitti. Yıllardır uyduruk bir toka ile toplanan saçlar artık dalga dalga omuzlarına dökülüyordu. Bir çift yüksek topuklu ayakkabılar aldı. Odasında hazırlanırken aynada kendine baktı.
’’Mazallah insan kendine bile kötü gözle bakabiliyormuş’’ diye düşündü ve kikirdedi. Gülüşü bile değişmişti.Parfümünü sürerken notlarında ki feromonlar bölümü aklına geldi.’’Kendimi bu kadar çekici hissettiğime göre kesin feromon salgılamaya başlamışımdır’’ diye düşündü.Feromonlar… Tüm canlıların salgıladığı, hiçbir kimyasal izin bir benzerinin olmadığı….,her bireyin kendine has salgıladığı, fark etmeden salgıladığımız fark etmeden koktuğumuz ve yine fark etmeden kokusunu aldığımız cinsel olarak etkilendiğimiz feromonlar….Tüm parfüm endüstrisinin peşinde olduğu araştırmaları için bilim adamlarını destekledikleri sihirli moleküller.Kendini doğanın kollarına bırakmaya karar verdi .Kesin etkili bir şeyler salgılanıyordur diye düşündü.
Artık seminere ve muhtemel yeni kişilerle tanışmaya hazırdı.

Kendinden emin adımlarla taksiye otelden çıkıp taksiye bindi. Boş bir taksi bulması ilk defa bu kadar kısa sürdü. On beş dakika sonra Üniversitenin önündeydi Nöropsikiyatri anabilimdalı başkanı olan profesör Fisher’in odasını bulmak hiç de zor olmadı. Bunda tabii ki soru sorduğu şahısların yardımseverliğini unutmamak gerekir.

Profesör büyük bir ilgiyle karşıladı genç bilim kadınını beraber salona yürüyerek son hazırlıkları yaparak bilgisayar bağlantılarını gözden geçirdiler. Kocaman amfi dolmaya başlamıştı. İlk defa heyecanlanmadı dimdik ayakta ve gülümseyerek gelenleri seyretti kendisi ile gurur duymasını biliyordu da ilk defa kendine hayranlık da duydu.’’Güzel bir duyguymuş’’ diye düşündü.
Büyük bir neşeyle konuşmasına başladı.
‘’Aşkın kaynağı, sanılanın aksine kalp değil, beyin.’’ dedi.’’ O bir buçuk kiloluk, içinde yüz milyar hücre bulunan beyin. Aşık olunacak kişi ile ilgili şablonlar 5-8 yaşlardan itibaren dış ve psikolojik etmenlerle oluşmaya başlar. Bu oluşturduğumuz şablona uygun birine rastladığımızda, beynimizin özel bir bölgesinden hücreler arasında iletişimi sağlayan birçok kimyasallar salgılanır. Hepimizin az ya da çok bildiği heyecanlanmalar, kalp çarpıntıları, enerjik hal; noradrenain,
epinefrin, phenylethylamin ile olmaktadır. Dopamin ve norepinefrin doğal uyarıcılardır. Bizi canlı tutan aşık olduğumuzda uykusuz kılan phenylethylamin ise; şu kelebekler gibi uçuşmamızdan, bir dostumuza rastladığımızda ‘’Hey ben aşık oldum’’ deyip, beline sarılıp, döne döne dans etmemizden, yani hiperaktivitemizden sorumludur.
En ağır bilimsel konuları bile sohbet eder gibi anlatıyordu. Tüm salon güzelliği, hitap şekli ile büyülenmişti adeta.’’Şimdi de aldatmayı araştıralım isterseniz’’dedi.
‘’İtiraf edin en çok da bu bölümü merak ediyorsunuz değil mi?’’









Salondakiler gülmeye başladılar.’’Aşk ve aldatma düşman kardeşler. İstatistiksel olarak erkeklerin yarısı, kadınların üçte biri aldatmaktadır. Aldatma tek eşli toplumun ayrılmaz bir parçasıdır. Erkeği aldatmaya yönlendiren şey, cinsel çeşitlilik yaşama arzusudur. Eşlerine aşık ekekler bile kaçamak yaşayabilirler. Aldatma, üreme dürtüsünün evrimleşmiş halidir ve insan ırkın devamını güvenceye almaktadır.

Kadınlar ise aslında kendi eşleri ile mutlu olmadıklarında kaçamak yaparlar, yeni eş bulma ona bağlanma umdu taşırlar. Aldatma olayında kadınları daha çok duygusal aldatma yaralarken, erkekler ise cinsel aldatmaya karşı tahammülsüzdürler. Peki erkek niçin olayın daha çok cinsel tarafına takılmışlardı? Döllenme kadını içinde olmaktadır. Yani kadın her zaman yavrunu kendine ait olduğuna emindir; ama erkek emin olamaz.

Erkek ısrarla kendi genlerini yeni nesile geçirmek isterken, kadın sadece terk edime, gelecek güvencesini kaygılarını taşımaktadır. Peki aşk nereden gelmiş ve hayatımıza bu kadar yer tutmuştur?

Her şey 300 milyon yıl önce başlamış. O zamanki aşıklar sadece birer sürüngen olduklarından beyinleri; beyin, beyincik ve beyin sapından oluşuyordu. Bu basit beyin beslenmeye, korunmaya ve aşk bağı kurmadan üremeye yetiyordu, duyguları da yoktu. Doğan yavrular yumurtadan çıkıyor zaten bakıma ihtiyaç duymuyorlardı. Bundan 200 milyon yıl önce memeliler ortaya çıktı. Sürüngen beyninin özelliklerine sahip olmakla beraber onlardan farklı olarak son derece karmaşık yapısı olan limbik sistemleri vardı. Bu yeni oluşum sayesinde memeliler ve de insanlar duygularını kayıt edebilmekteyi. Duygular karar vermemizde, davranışlarımızda bizi etkilemekteydiler; çünkü artık memeliler yardıma muhtaç yavrular doğurmaktaydı.
‘’Zaman içinde evrimleşen insan beyni, hem sürüngen hem memeli beyninin özelliklerini taşıyacak; boyutları neocorteks gelişimi ile diğerlerinden ayrılacaktır. Bu bize aklı yürütme ve kendileri için en iyi olanı seçebilme yeteneğini kazandırmış oldu.’’

Bunları anlatan İpek salonum muzır bir ifade ile süzmeye başlamıştı ki, gözleri ikinci sırada kendisini dikkatle izleyen bir çift kahverengi göze takıldı.’’Şu andan sonra söyleyeceklerim ne kadar bilimseldir tartışılır. Muhtemelen erkekler bana çok kzacaklar ama şöyle yorumlayabilir miyiz acaba?

Sadece sex peşinde olan çapkın erkekler sürüngen beyinli, sık sık romantik bağ kurup eş değiştirenler memeli beyinli, sağlam uzun vadeli ilişki kuranlar, insanlarda olan neocorteksi kullanan erkeklerdir.’’


Tüm salon gülüyordu ama gözleri tekrar o kahverengi gözlere takıldı. Salonda sadece iki kişilerdi ve sadece onlar gülüyordu sanki.
İpek sunumunu büyük başarı ile tamamlamıştı. Herkes etrafını sarmış sorular soruyordu. İpek’in gözleri geç akademisyeni arıyordu. Nihayet etrafındaki kalabalık azalınca o da yanına geldi, kendini tanıttı ve söze başladı;’’Bunca anlattıklarınızdan sonra size ne kadar hoş ve etkileyici kadın olduğunuzu anlatsam bir anlamı olmayacak herhalde ama ben size, sizin anlatmadığınız bir şeyden bahsedeceğim. Ben sizin zekanıza hayran kaldım.
İpek düşünmeye başladı;’’Zekamı beğenir tabii. Muhtemelen doğacak yavrulanın da zeki olmasını istiyor.’’


Tam bunları düşünürken yabancı bir iç ses yankılandı beyninde. Bu dün yüzüne oturttuğu şeytani gülümsemenin sesiydi.
_‘’ Salak kız, evet bunu adama söyle, de ki’’ sen benden doğacak muhtemele yavrularının zeki olmasını istediğin için beni beğendin.’’ Söyle söyle de adam ayaklarını kıçına vura vura kaçsın’’.Bir de zeki kızmış, töbe töbe onu bunu bimem ama sosyal zekan yerlerde sürünüyor, bunu çok iyi biliyorum. Çabuk yüzüne bir gülümseme oturt ve teşekkür et.
_’’Çok naziksiniz’’ diye cevap verdi İpek.
_’’bu akşam sizi yemeğe davet etsem, inanılır anlatıklarınız çok ilgimi çekti, ayak üstü konuşmak istemiyorum yemekte konuşsak?’’
-‘’İpek düşünmeye başladı;’’Laboratuarda aç kalan erkek fare çiftleşmeyi düşünmez. Temel ihtiyaçları olan su ve beslenme giderildikten sonra erkek fare çiftleşmek ister.
Bu sefer şeytani iç ses suratına iki tane çakmadan kendine geldi
-‘’Tabii çok iyi olur zaten bu şehre ilk gelişim, hiçbir yeri bilmiyorum.’’
Suratındaki şeytani gülüşün ‘’Oh şükür’’ dediğini duyar gibi oldu.

Kaynakça; National Geographic

16 Nisan 2010 Cuma

YEDİ TEPELİ ŞEHRİM


Koca yedi tepeli şehrimden, bir yer var bir yerlerde benim payıma düşen
Doldu mu gözlerim yandı mı canım içten, varırım o yere denizi görür yüksek tepeden.
Oradan insanlar çok uzak, insanlar küçük, gri bir denizde gemiler süzülür tek tük.
Bazen deli bir rüzgar çıkar, saçlarımı tarar, belli onun da acelesi var.
Tam dudaklarımdan geçerken yakalarım, dur derim bu acelen neden?
Bir şeyler anlatırım rüzgara karşı, dert yanarım inceden
Ne anlatırsan anlat, kim duyar ki bu cılız sesi?
Bir denize karşı ağlayan ben, bir de o gizli yer ‘’hüzün tepesi’’

16 Mart 2010 Salı

Misafirim Bu Şehirde Bir El Sallarsın Yeter Hareket Vakti Gelince


Günlerdir Umay Umay'ın 90’lı yıllardan kalan bu güzel şarkısını dinliyorum.Dinledikçe sanki içime işledi, gidesim geldi.Hiç bir yerlere gidemem biliyorum ama fark ettim ki en sonunda ne çok yerlerden gitmişim ve daha da gideceğim.Her yerde her zaman misafiriz biz…..



Bu şehre yüz yıllık çınarlar gibi kök saldığım halde
Yine de misafirim her sokağında her köşesinde…….

İlk anneme misafirdim, sonra tulumlara beşiğime.Gün geldi öğretmenine emanet,misafir oldum.Koca koca binalardan geçtim çocukluk acıları aşkları bana misafir oldu.Bilemedim ama çocukluğumda zaten bana misafirmiş.Babamın ''babalığının'' misafirlik olduğunu çok acı bir şekilde öğrendim artık daha iyi anlıyorum ki annem misafir ve çocuklarıma da ben misafirim.

Şehirlerden geçtim ,arkadaşlarım kalacak sandım, yok onlar da misafirdi.

Sevdalar düştü kalbime kendimce ağırladım bitti….Ben misafir oldum yüreklere gün geldi misafirliğim bitti.

Düşünün bakalım kimlere nerelere misafir oldunuz?

Misafirim bu blog sayfasına gün gelecek yazmayacağım belki yazamayacağım.Hepiniz misafirsiniz bana, gün gelecek artık beni okumayacaksınız.

Ne güzel söylüyor şarkısında Umay




Çağıran bir şeyler var hep beni uzak şehirlerde
Bana ait birşeyler var o sert gülüşlerde
Sen yine olduğun gibi kal benim için sakın değişme
Giderim bugün ha yarın hareket vakti gelince
Sen yine olduğun gibi kal ben misafirim bu şehirde
Bir el sallarsın yeter hareket vakti gelince


4 Şubat 2010 Perşembe

TABLO ANLATISI



Nereden bilebilirdim,sevdiklerimin ellerinin bir gün kemikli kelepçelere dönüşeceğini.Bırakmıyorlar beni,canım acıyor hala tutuyorlar kollarımdan.Halbuki sahilde,gündüzden kalma bir deniz yıldızıyım.Kavrulmuş derim denize hasret.Akşam serinliği çömüş,hala ölümün kıyısında dans etmekteyim .Nasıl da hasretim denize.Usul usul geliyor ve gidiyor yanımdan.Bazen ıslatıyor beni de bir nebze can veriyor kuruyan bedenime.Ah denizim karanlık sonsuzluğum nasıl hasretim sana.Derin sularında yok olma arzusu çıldırtıyor beni.Kavrulmuş derimde, seni bana hatırlatan tuzun yaktıkça yaralarımı,ruhumun sessiz çığlığı ulaşıyor mu sana?Ört beni serin sularınla son bulsun artık acım.Yavaş yavaş al beni koynuna.Derin bir uykuya dalan küçük bir kız çocuğu gibi…Bitsin bu hayat bu kargaşa .Nasıl da hasretim bir bilsen sana.

14 Ocak 2010 Perşembe

MEMEDİM


Mehmet, ne güzel bir isim ….ama ne acı, söyleyemiyorum, dilim dönmüyor sanki. Tam Mehmet diyecek gibi oluyorum, nefesim yetmiyor,soluğum kesiliyor.

Yazı yazanlar eksiktir. Bir parçaları kopmuş, bir yerlerde kalmıştır. Yazı yazdıkça yaraları kanar kanadıkça yazarlar.Garip bir zevk vardır yazı yazmakta.Bazı inanışlara göre ruh özgürdür sonsuzdur onu tutsak eden bedendir.Bedenlerine işkence ederek özgürlüğe ulaşmak isterler.Yazmak da öyle bir şey yazdıkça yaramız kanar kabuk tutamaz ama yazmaktan vazgeçemeyiz işte.Özgür olmaya çalışırız satırların arsında.

Memedim ne büyük yükün var o minik omuzlarında haberin yok.Söyleyemiyorum ama bak yazabiliyorum.Ben de yazarım o zaman .Yaram mı? Kanamaz mı? Bundan bir yirmi yıl önce olsaydı yazı bulanıklaşırdı damlalar düşerdi lacivert mürekkebin üzerine .Yirmi yıl önce olsaydı sadece ben okurdum yazdıklarımı.Şimdi siz de okuyorsunuz daha çok insan okudukça daha çok canım yanacak bir o kadar da şu üç beş satırın içinde özgürleşeceğim.Söyleyemesem de yazıyorum.Memedim…….

İlk geldiğin günler bazen korkmuştum gözlerinin içine bakmaya.Senden fazlasını görürsem eğer ne yaparım demiştim.Bazı günler bir çift masum gözbebeğin içinde fazlasını görmeye çalışmıştım nafile..Memedim ne güzel bir isim……

Tanrının şakası mı? Daha arabesk bir kavramla hayatın cilvesi miydi bana oynanan.Belki de sadece ölüm doğum döngüsü,tezatı,devamı…her neyse işte,bir türlü anlayamıyordum kabullenemiyordum ya …Yaşamak kadar ölümün de doğallığını anlatılmaya çalışılıyordu.’’Birini seviyorsan diğerini de kabul etmek zorundasın’’ denmişti bana.
Onu özledikçe rüyalarımda göreyim diye yalvarmıştım .Önce tanrıya sonra kendisine olmayınca da bilime baş vurmuş bilinç altıma yüklenmiştim.Tüm gün düşünmeye başlamıştım ‘’göreceğim onu rüyamda göreceğim konuşacağız bana nasıl olduğunu neler yaptığını anlatacak’’.Tam uykuya dalmadan önce daha yoğun düşünmeye çalışıyordum ki iyice etkileneyim diye .Hay ağzına .ıçayım senin psikoloji ve bilinçaltı ……Bilinç üstüm bu duygularla doluyken bir kere bile rüyalarıma gelmedi düşündüklerim.

Onu rüyamda göremedim ama onun gidişinin ardından,tam bir yıl sonra sen geldin Memedim.Tanrının şakası ,kaderin özrü…her neyse işte hala adlandıramadım.Geçmişe ait hiçbir şey verilemedi bana.Rüyalarımda hasret gidermem bile istenmedi.Bağlar kurayım rüyalara anlamlar yükleyeyim,geçmişte yaşayayım istenmedi.Acım hafiflesin ,belki küllensin istendi anladım en sonunda …Dualarımın karşılığı olarak sen geldin,sen ‘’gelecektin’’.Bir adın memed ama sana memedim diyemiyorum bir adın daha var o da çıkmıyor ağzımdan.Mehmet’e soluğum yetmiyor ,diğer adını kullansam,kendimi memed ismine ihanet etmiş gibi hissediyorum .Yıllar var ki minik oğlum sen memo’sun .Minik bedeninle koca bir duyguyu taşıdın getirdin bana ‘’Yaşama sevincimi’’ .Babamın adını taşıyorsun oğlumsun.Söyleyemiyorum ama bir daha yazayım bari’’ Mehmet’’ ne güzel bir isim……

6 Ocak 2010 Çarşamba

NEYE NİYET NEYE KISMET


İnsanların ruhu gibi eşyaların da ruhu vardır. Nereden mi biliyorum? Biliyorum işte; öyle olmasaydı bu öykü yazılamazdı. Nasıl bir bebek doğumundan önce bir yerlerde yaşıyorsa o da vardı bir yerlerde. Heyecanla bekliyordu başına gelecekleri. İlk hatırladığı şey kimyasal kokulu sıcak bir bulamaç. ’’Ben ne olacağım acaba? Bu yaradanlar, ademoğulları bana hangi vücudu ve görevi verecekler? Gürültülü, yarı karanlık, pis hangar gibi bir yerde buldu kendini. Onlarca makine hızlı hızlı çalışıyor dişliler dönüyor bir şeyler presleniyordu. ’’Ne olacağım? Ne olacağım acaba? Tekrar tekrar düşündü heyecanlandı. Önce rengini açtılar ten rengi oldu. Uzun bir tezgahın başında kollar, bacaklar dökülüyordu, başka bir yerden gövdeler geliyordu. En son makine ise erkek yüzünü basıyordu. En güzel erkek yüzünü. Çelimsiz, çirkin, kavruk, kısa boylu, kötü beslenmiş çalışanlara inat, uzun boylu erkek manken yaptılar onu. İçindeki koca boşluğa rağmen içi içine sığmıyordu. Yaradanları, yani bu çirkin ademoğulları kendisini kendilerinden yapmıştı. 1.85 boyunda düzgün bacaklı bol kaslı, karın kısmı baklava deseni denilen cinsinden. İki bacak arasında ki kabartıyı yaparken de malzemeden çalmamışlardı. Kendisini dar bir kıyafet ile hayal etti, gururlandı kabartısı ile. Yukarı doğru omuzları genişliyordu. ’’maşallah’’dedi kendi kendine’’ Yüzücü müyüm ne? Hele yüzü nasıl güzel bir yüz, hiç burada çalışanlara benzemiyordu. Avrupalı gibi ince ama erkeksi hatlar. Düzgün bir burunun üstüne oturtulmuş bir çift mavi göz. Nişantaşı’nda bilinen mağazaların vitrininde düşledi kendini, genç kızların önünden kikirdiyerek geçtiği, delikanlıların kıskançlıkla izlediği vitrin. Yazın kısa dar bir şort, bir elinde güneş gözlüğü diğer elinde sörf tahtası. Kışın deri bir mont, havalı bir atkı, ayağında şu motosikletçilerin giydiği cinsten çizme……Böyle rüya alemine dalmışken kocaman kapkara eller kavradı gövdesini irkildi, iğrendi o ellerden. O ellerin parmak uçlarının derisi kalınlaşır, yer yer minik çatlaklar oluşur. Her gün o çatlaklardan fabrikanın tozu, kiri, boyası nüfus eder derinin altına. Kırk kere de yıkansa, çamaşır suyu tuz ruhuyla da ovulsa, fabrika kiri oturmuştur o ellere, hep kirli görünürler. Bunu nereden bilecekti bizim erkek manken daha yeni geliyordu dünyaya. Kutuya yerleştirilirken kendi ellerine baktı. Beyaz elleri, uzun parmakları son son düzgün tırnaklarını gördü. Ortalık kararmıştı kutunun içinde yeni hayatını doğum gününü bekliyordu.
Arabadaki kadın soluğunu ön cama doğru üflerken ‘’Öfff bir arpa boyu yol gittim’’ diye söylendi. Gaz debriyaj, fren üçlüsüne başlayalı bir kırk dakika kadar olmuştu. Dur kalk ilerliyordu. Camdan dışarısını seyretmeye başladı. İnsanların akşam telaşını, direği koklayan köpeğe, birbirine kur yapan kedilere baktı. Orta yaşlı bir adam sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra öksürük krizine tutuldu, ardından hatırı sayılır bir balgam fırlattı bahar güneşinde ısınmaya başlamış asfalta. Midesi kalktı kadının ‘’hayvan ‘’ dedi içinden. Neyse ki önü biraz açılmıştı ilerleyip adamı görüş alanından çıkarabilirdi. Beş on metre sonra trafik yine durdu. Bu sefer araba medikal malzeme satan bir mağazanın hizasında durmuştu. Şimdiye kadar hiç böyle bir mağazanın vitrinini incelememiştim diye düşündü. Haline şükür etti. Göz hizasında olduğundan bakmadan edemiyordu. Boy boy, çeşit çeşit tekerlekli sandalyeler,en çok da çocuklar için olanlara üzüldü. Çiş için ördekler, alttan almak için sürgüler, tansiyon aletleri, takma bacaklar. İçi sıkıldı gülecek, eğlenecek bir şeyler arıyordu. Gözleri mağazanın giriş kapısını yanına konmuş erkek mankene takıldı. Erkek manken hoş tasarlanmıştı ama hali haraptı doğrusu. Yakışıklı yüzü sargılı, omuzu askıda bacağı da atele alınmıştı. En kötüsü de hasta alt bezini kıçına sıkı sıkı sarmışlardı ki erkek manken olduğu belliydi hani. Kikirdemeye başladı ‘’Sendeki de ne talih be adam, neye niyet neye kısmet, sen gel bu vücut ile bir medikal mağazaya manken ol’’ Bir an gözleri mankenin gözlerine takıldı ona bakıyordu sanki. Yaşayan, acı çeken, ağlamaklı, bir çift göz gibi çakmak çakmak baktığına yemin edebilirdi. Yüreği sıkıştı, acıma, korku tanımlayamadığı duygularla boğuşurken, saçmalama kızım diye kendi kendini azarladı‘’ eşyaların ruhu yoktur’’.
İzleniyorum duygusundan kurtulmak için hızla gaza bastı.Öndeki arabaya vurmamak için son anda frene asılırken’’Neye niyet neye kısmet hayatlar’’ geldi aklına.Büyük bir sarsıntı ile araba durdu.